10 Aralık 2009 Perşembe

Otobüste yer verdim

     Bir keresinde, arkadaşlarım Okan ve Hakan'la kalabalık, çok kalabalık bir belediye otobüsünde bir yerlere gidiyoruz. Öyle kalabalık ki, ben sele kapılıp, Okan ve Hakan'a arkamı dönmek zorunda kalmışım.
     Derken birden bizimkilerin, omzumu çekiştirip bir şey göstermeye çalıştıklarını farkettim. Hemen arkamdaki koltuk boşalmış, "oraya otur" diye bana haber veriyorlar.
     Tam oturacaktım ki bir baktım orta kapının yanındaki direğe tutunmuş çok yaşlı bir amca zorlukla ayakta durmaya çalışıyor. Kolumun menzilinde olduğunu farkettim, zorlukla uzanıp amcanın gömleğinin omzundan yakaladım çekiyorum, "gel amca buraya otur" anlamında. Ama amca silkinip kurtulmaya çalışıyor, bakmıyor bile bana.



     Ben de "yeri başkası kapacak, yazık amca otursun" diye telaşlanıp iyice asılmaya başladım ama ben asıldıkça amca da silkinmeyi sürdürüyor. Bu silkinmeler bir süre sonra çırpınma halini aldı. 
     Meğer adamcağız zaten o koltuktan kalkmış. Otobüs durakta, amca inmeye çalışıyor, ben tutmuşum gömleğinden "inmeyeceksin, ille burada oturacaksın" diye çekiştirip duruyorum...
     Neyse ki durağı kaçırmadan elimden kurtulup inmeyi başardı...


7 Aralık 2009 Pazartesi

Biz Maaşı Zaten Verdik Ya

     İlk gününde geç kaldığım ve yanlışlıkla down sendromluların gezi vapuruna bindiğim hikaye vardı ya. O işin ilk gününde geç kaldım ama güzel bahaneler silsilesi ile yırttım ve işe devam ettim.  Web tasarımı yapıyorum. Daha işe girdim anında bi iş alındı, harıl harıl hazırladık siteyi, şak satıldı, aynı anda yeni bi iş geldi... İşler iyi yani...
     Ben de seviniyorum tabi. Patron iş alacak ki biz de kazanalım. Daha ilk aydan göze girelim falan... Derken günler, haftalar böyle geçti gitti. 
     İş görüşmelerinin en gıcık yanı, çaylaksanız adam ya maaştan hiç söz etmez, ya abes ucu açık bi laf eder, o bişey demezse sanki alacağınız ücreti öğrenmek çok ayıpmış gibi bir duygu yaratıldığı için siz hiç soramazsınız. Maaş konusu bir muamma olarak kalır.
     Bu işte de durum buydu. Kaç para alacağımı bilmeden mal gibi gidip geliyorum işe, hayvan gibi çalışıyorum. Üstelik patron sigarasevmez birisi olduğundan, ben çok sevmeme rağmen, gizli gizli mesajlaşıyoruz sigaramla...


     Derken 4 hafta geçti, bir ay doldu... Maaş konusunda bi gelişme yok. O hafta, patron çağıracak "maaşın şu kadar, buyur Ozan'cım, sayende bi çuval para kazandık bu da senin hakkın" diyecek diye bekliyorum.
     Ama patron hiiiiiç oralı değil. Su yaktığımı düşünüyor olmalı. 
     Su yakmadığımı kendisine bildirmek için gittim odasına. Bugüne kadar işten aldığım tek şey, boş bir kent kart. İçini kendim dolduruyorum. Onu niye verdiyse... Kent kart'ı ilk çıkardığında yol parasını da verecek sanmıştım ama işte salaklık bende...

     Neyse gittim odaya, dedim "patroooon, hu huuu"... "Buyur Ozan'cım" dedi. Dedim "bizim mayış vardı?"
     "Verdik ya" dedi.

     Şimdi ben yapı itibariyle dalgın biriyim ama, o kadar da değil diye düşünüyorum. Yani maaşı almış ve unutmuş olamam. Düşürmüş ya da bir yerde unutmuş olabilirim. Ama aldığımı unutmuş olabilir miyim diye yokladım zihnimi. Yok artık o kadar da değil dedim...

     Dedim "nasıl verdiniz yahu, ben niye hatırlamıyorum?"
     "Tecrübe olarak verdik" dedi pişkin pişkin.
     "Böyle bir şey söylememiştiniz" dedim.
     "Ya n'apıcaksın parayı, karıya kıza mı yedireceksin" diyerek beni benden aldı...

     Adamdaki pişkinliğe bak, sen benim hakettiğim parayı ver, ben ister uyuşturucu alırım ister, dilenciye veririm... Alla allaa. Sonraki haftalarda da aynı tavrı sürdürünce kavga patlak verdi, çıktım eve geldim...
     Derken bi telefon geldi bir gün eve... Bu adam arıyor. O verdiği boş kent kartı istiyor...
     
     Normalde küfür eden bir kişi değilim... Etmem, edeni de hazzettmem ama o gün öğrendim ki bazen insan meyillenebiliyormuş küfür etmeye...

...Bir keresinde patron bana maaşını verdik ya dedi...


İşe geç kaldım

     Bir vakitler, bir süredir iş aramaktaydım. Derken -tam anımsamıyorum herhalde gazete ilanındandır- söz konusu işi buldum başvurumu yaptım, "pazartesi gel" yanıtını aldım, şevkle işime gideceğim...
     O dönem İzmir'de Güzelyalı'da oturuyoruz. İş Bostanlı'da. Üçkuyular feribot iskelesinden feribota binilecek, inince 5 dakika yürüme mesafesinde iş yeri. 
     "İşin ilk günü, feribot iskelesine yürüyerek riske atmayayım, iskeleye otobüsle gideyim garanti olsun" diyerekten, çıktım Güzelyalı sahile, durakta otobüs beklemekteyim. Otobüs bir türlü gelmese de ısrarlı tavrımdan asla taviz vermiyorum. Bu arada iskele görüş mesafesinde, yürüyerek 10 dakikada hiç olmadı 15 dakikada gidebilirim ama yok, gitmiyorum. İlle binilecek o otobüse... 
     Fakat herhangi bir otobüsün gelmişliği namevcut. Pek çok otobüs gelmekte, ancak hiç biri iskeleye uğramamakta. Derken feribot saatine çok az kaldı, ben de yürümeye karar verdim... Bir postacı performansıyla hızla iskeleye yol aldım, iskelenin geniş alanına adımımı attım ki, "ZOBAAAAAARK" diye öttürdü kaptan düdüğü... Ben kalakaldım.


     Nasıl da hızlı gelmişim, ayaklarım kopmuş... Dedim "çok yorgunum, beni bekleme kaptan".
     Kaptan efendi adammış, duydu sanki beni, hiç beklemedi. Bastı gitti. İşin ilk gününde, iş yerimle aramızda İzmir Körfezi, sonraki feribota 40 dakika var, beklemem olası değil ama başka bir yol da yok. "Ne yapsam, ne yapsam" derken, baktım iskeleye yanaşmış bir vapur var. Feribot değil de normal Karşıyaka - Konak vapuru tipinde bi vapur. Bu iskeleden sadece feribot işliyor normalde ama ben gayet Polyanna "vay canına, belediye normal vapur seferi de koymuş, aslanım belediye" diye koşarak söz konusu vapura atlayıverdim. Girdim içeri, insanlar da var bi sürü. Beğendim bi koltuk oturdum...
     Etrafıma bakınmamak, genelde ayaklarıma bakmak eğilimindeyim. Zaten hızlı yürümekten ayaklarım zonkluyor, stresten ciğerler ayrı körük... Bir kaç dakika sonra sakinleştim. Bakışlarımı ayaklarımdan kaldırıp -bir yandan da "ne zaman kalkacak bu vapur" stresindeyim- karşımda oturan yolcuya bi baktım... A, karşımdaki down sendromlu bir çocuk. Onun yanında biri var, o da down sendromlu...




     Yan koltuklara baktım, orada da bir sürü down sendromlu çocuk var. Bilincim bir film kamerası gibi, tüm vapuru alacak şekilde geniş plan vapura bir baktı ki, tüm vapur onlarla dolu. Bir down sendromsuz benim... Hepsi de, ben çok sevilen bir türkücüymüşüm, onların yanına gelmişim gibi benim gelişimden mutlu, gülümser gülümser bana bakmaktalar...


     Derken down sendromsuz bir adam daha girdi içeri. Söz konusu kitle içinde ben ilgi çekici kalmış olmalıyım, direkt bana yöneldi bakışları. Ben de ona bakıyorum. İki down sendromsuz bir süre bakıştık... Down sendromlular bu olayı da gülümseyerek karşıladılar. Çıt yok... Öyle bakılıyor...
     "Buyrun?" dedi adam bana sonunda. Ben zaten buyurmuşum. Neye buyuracağım... Sonradan ortaya çıktı ki, bu down sendromlular için ayarlanmış bir gezide kullanılacak bir vapurmuş. Yani sadece engelliler için. Ben de sözümona "engelsiz" olarak, mal gibi binmişim vapura, "haydi beni işe götürün" diye bekliyorum.
     Ben gerçeği anlayıp, süklüm püklüm inerken, down'lılar hala bana gülüyorlardı... "Yazık ya" falan mı diyorlar ne diyorlar bilemiyorum...
     Hayır işte soracaklar neden geç kaldın diye, ne diyeceğim. "Vapura yetiştim patron bey, down sendromsuzum diye almadılar" mı diyeceğim...


...Bir keresinde işin ilk gününde geç kaldım... 


Van Damme'dan Mektup Gelmiş Evde Bir Bayram Havası


90'ların başında Van Damme bir fenomen idi ben ve ben yaşlardaki hemen tüm hemcinslerim için.
İnternet söz konusu değil. Beğendiğin oyuncu, müzisyen, grup hakkında bilgi almak, deveye hendek atlatmakla aşık atar konumda. Henüz Google Abla'nın elimizden tutmasına yıllar olduğu için, bir yabancı grubun şarkı sözlerini bulabilmek bile, Stüdyo Ümit'teki Niyazi Abi'nin (http://www.studyoumit.com/) fotokopiciye gidip, cd kapağının fotokopisini çektirmesine bağlı. Demem o ki bu çevrimdışı ortamda şöhret bir şahısla bağlantı kurabilmek hiç olası değil...

Derken duydum ki, "Fan Club" diye bir şey var. Oraya mektup gönderirsen, Van Damme da sana imzalı resmini falan gönderiyor...
Vay canınasını!!!

Coşkuyla işe giriştim. Ne yazdım bilemiyorum. Keşke elimde olsa o mektup şimdi. Orta bir ingilizcesiyle elin Van Damme'ına ne mektup yazmış olabilirim, hiç bir fikrim yok.
Neyse, bir şekilde yazmışım demek ki, hemen zarfladım, adresleri yazdım, gittim postaneye. Los Encılıs'a mettup gönderiyorum, boru değil. Çok heyecanlıyım. Aklıma gelse horoz falan keserdim kesin...

Memura verdim zarfı, adam aldı, baktı zarfa, sonra tuhaf tuhaf bana baktı bir süre. İçimden, "şaşılacak bir şey yok, çok samimiyizdir Van Damme amcamla, sık sık mettuplaşırız" diye zekadan yoksun ergen şakaları yapıyorum. Sonra "ne kadar" diye sordum. Pahalı bişey bekliyorum tabi. Taaa Los Engcılıs'a gidecek. Kolay değil.
Adam acaip ucuz bi para söyledi, hala da bakıyo ama suratıma acaip acaip. Neyse, verdim bozuk paraları ama adamın bakışlarından çekindiğim için "ne kadar zamanda ulaşır" diye soramadım.
"1 ayda varır oraya bu mektup" diye karar verdim kendi kendime. Evde düşünüyorum, nasıl geçecek koskoca bir ay. Sonra Van Damme'ın yanıtının gelmesi de bi o kadar sürse. Tabi Van Damme, dört gözle benden mektup beklediği için pencereden postacıyı görür görmez apartman merdivenlerinden terliklerle koşacak, zarfı parçalayarak açıp oracıkta okuyacak, hemen cevabı yazıp oracıkta postacıya elden veriverecek... Hiç vakit kaybetmeyecek, ona çok eminim...

Neyse bekleyişimin ilk günü. Sabah kalktım. Bakkala gidiyorum. 3 ekmek, 1 sigara, 1 gazete alınacak her zaman olduğu gibi.
Apartmanın posta kutusuna bir baktm ki bir zarf. Kimden? Ana!
Gönderen Kısmında Van DAMME yazıyor...
Bi yarım saniye kadar, mantıktan eser kalmamış ergen bünye coşkuyla havalandı. Derken baktım, evet gönderen kısmında Jean Claude Van Damme yazıyor yazmasına ama benim yazımla...
Gönderene Van Damme, alıcıya kendi adımı yazıp vermişim postaya. Güzelyalı postanesini kullanarak Los Encılıs yoluyla Van Damme'dan kendime mektup göndermişim.


...Bir keresinde Van Damme'dan kendime mektup gönderdim...


Bir Keresinde Beni Bişey Kovaladı...


Bir keresinde, gece son otobüsle geldiğim Güzelbahçe Siteler durağında indim. Eve doğru yürürken Güzelbahçe ve Zeytinalan'ı ayıran köprüyü henüz geçmiştim ki, caddenin karşı tarafından bana doğru bir şey... Yok yok bir şeylerin bana doğru koştuğunu farkettim...
Gel gör ki, karanlıktan hiç bir şey görülemiyor. Gelsen de göremezsin yani, mecburen onların gelmesi beklenecek görebilmek için... Ancak "onlar" ne, o da belli değil ve deli gibi koşulmakta bana doğru... Köpek olması muhtemel ama bu gelen kütlenin içinde birden fazla köpek var bu durumda... Köpekler de kalabalıkken bu şekilde davranmaz. Biri yaklaşır, baba olanı. Diğerleri uzakta adamı manen çökertmek için gıcık gıcık havlar durur... Bunlar delicesine gelmekteler cümbür cemaat...
Kaçılabilecek tek mekan dere. Köprüden dereye o karanlıkta atlamak kesin kırık en az bir bacak anlamına gelmekte. Popodan bi ısırık mı aldırsam, bacağı ya da kafayı gözü mü kırdırsam diye düşünürken, artık iyice yaklaştılar.
Evet, iki tane köpek vardı. Ama onların önünde onlardan da sağlam koşmakta olan başka bişey. Daha da küçük. Onu seçemiyorum. Kedi diyeceğim değil... Ama anlaşılan o ki köpekler bana doğru koşmuyor. Bu yaratık neyse onu kovalıyorlar...
Ben de bu ufaklıı görünce cesaret mi geldi, onu köpeklerden kurtarayım fikrine mi kapıldım ne olduysa, birden köpeklere bağırıp kovaladım onları. İkisi de korkup kaçtılar anında... Feci havaya girdim.
Kurtardığım yaratığın ne olduğunu da daha bilmiyorum. Ona bi baktım, o hala bana doğru koşuyor ve çok da sinirli... Kocaman bi martı. İki kanadını efe gibi açmış, kaşlar çatık (ciddiyim) hiç hızını kesmeden bana doğru koşuyor... Dizlere girecek, takmış kafaya...
Hayır, denklemi de çözemedim. Martı, köpeklerden kaçıyordu... Köpekler, benden kaçtı... Bu durumda martının benden ödü kopması gerekmiyor mu?


Martı mantığı bizimkinden farklı demek. Bacak sayısına göre korku oranına karar veriyor olabilirler. İki köpekte sekiz bacak vardı. Benle ise martı kafa kafaya... Üstelik onda kanat avantajı da var...
Bi an "lan acaba hayvancağızın kanadına mı bişi olmuş bi bakayım" diecek oldum, "kiaaak" diye üstüme zıpladı. Yana kaçıverdim... Dar kurtuldum.
Durduk gece yarısı Zeytinalan'da caddenin ortasında, birbirimizi kesiyoruz... Nasıl pis bakıyor. Kaşlar çatık. Zerre taviz yok... Dedim "ne olursa olsun, yaralı olabilir ben alayım bunu gene." Ama yok arkadaş bildiğin kartal kesildi başıma tut tutabilirsen... Baya bi cebelleştik ama en sonunda yandaki arsaya attı kendini... Karanlıkta bulamadım...

...Bir keresinde, iki köpekten kaçan bi martıdan kaçtım...