21 Ağustos 2010 Cumartesi

Gerçek Survivor'da Sevgiliye Telefon Etmek

    Gençkene Karaburun civarında bir yere kampa giderdik yazları bir hafta - 10 günlüğüne... Kamp dediysem ciddi anlamda bir kamp bu, önümüz deniz, arkamız dağ, bir adet su kaynağı hepsi o kadar. Medeniyet göstergesi olan en yakın ev 5 km uzaklıkta. Bakkal da orada.
     Yemek vs. bulundurmuyoruz. Olta ve zıpkınla balık avlayıp yiyoruz. Bir incir bir kaç da keçiboynuzu ağacı var. Sadece sabahları gidip bakkaldan ekmek alıyoruz. Bakkalın orada bir de telefon kulübesi var (o çağlarda henüz cep telefonu icad edilmemişti), oradan edilecek telefonları ediyoruz ve geri dönüyoruz. Sabah çok erken yapılıyor bu etkinlik çünkü hem sıcak hem de git - gel 10 km...
     Bir keresinde yine bakkala gittik, eppeğimizi aldık. Arkadaşım (Erdem) da kız arkadaşını aradı ancak evde olmadığı için konuşamadı. Şansına küsmesi gerekirdi ama anlaşılacağı üzere küsmemiş... Neyse döndük kamp yerine. Yedik içtik. Denize girdik, avlandık, akşam yemeği vs. derken gece oldu.
     Erdem birden kalktı, "benim içimde kötü bi his var, ben Derya'yı armaya gidicem abi" dedi. Şimdi bunu okuduğunuz yerden bişey ifade etmiyor olabilir ama, yanı başımızdaki pınardan su içmeye domuz sürülerinin geldiği, yılan ve akreplerin cirit attığı ayrıca sizi kesmek isteyen birilerinin çığlık atıp yardım istemeniz için size 10 dakika süre verse bile sesinizi ardıç ağaçları ve bostanlarda yatan karpuzlar -ve tabii onları bekleyen köpekler-dışında kimseye duyuramayacağınız bir yerden söz ediyorum. Üstelik yanılmıyorsam dolunay da yoktu o gece. 
     Yani öyle ki, yılların kolcusu Aragorn'a desen, "yok abi, manyak mısın, yarın gideriz" der, öyle bi ortam. 
     Dedim "Erdem manyak mısın? Bırak sabah gideriz, gece gece bu ıssızlıkta 10 kilometre gidilir mi?" Tıpkı Aragorn gibi konuşmuştum.
     İnat ifadesiyle yüzüme bakıp "Ben gidicem!" dedi. "Git!" dedim. "Ben hayatta gelmem." "İyi" dedi ve harbiden de gitti.

    Aradan baya bi zaman geçti. Artık ben cesedi aramak için günün ilk ışıklarını beklemeye kendimi ve diğer arkadaşları ikna etmiştim ki, kapıda Erdem'in karanlık silueti göründü. 
    Işığa girince bir de ne görelim... Nasıl tarif edeyim, hani şu kovboy filmlerinde barın kapısından aniden bi adam belirir, üstü başı perişan, çatlak ve zor duyulur bi sesle "kı-kızılderililer" der ve düşer... Sırtında bi kaç tane ok olduğunu görürüz... Hah işte aynı o adam gibiydi...

     Üst baş perişan, yırtık pırtık, kollar kan içinde, tişörtü baya dilenci modunda, her yer toz kir...
     "Noldu? Ne bu halin?"
     "Köpekler saldırdı dönüşte... Bostanlara köpek bırakıyolarmış gece..."
     "Konuşabildin mi Derya'yla?"dedim.
     "Yok" dedi kolundaki kanları silip heyecanını yatıştırmaya çalışırken... "Sahile çıkmış."

 

8 Temmuz 2010 Perşembe

Dolmuş, Dalgınlık ve Para üstü sorunsalı

     Bir süre Urla'da, İskele ile Merkez arasında "ağaçlı yol" tabir edilen bir yerde oturduk. Bahçe, doğa vs. gayet güzel ancak dezavantajları da mevcut. Söz gelimi, bakkal 2,5 km. uzaklıkta ve sigara ya da eppek almak için sürekli bu yol tepilmekte... Etraf in cin... Sadece tarlalar ve nadiren de evler var.
     Bir gece annem aniden rahatsızlandı, hastaneye götürmemiz gerek, babam şehir dışında ve araba yok... Araba olmaması bişey değil, herhangi bir taksinin numarası da yok... Söylediğim gibi, bulunduğumuz yer öyle şehir içi yerlere hiç benzemiyor. Yapılacak tek bir şey var, ben dolmuşla Urla merkeze gideceğim, bir taksi bulup, eve gelip annemi hastaneye götüreceğim.
     Telaşla evden fırlayıp, gece karanlığında Urla merkez yönüne giden bir dolmuş beklemeye başladım. Nihayet geldi ama beklemek bendeki stresi iyice arttırmıştı. Bindim, önümdeki çocuğa (benim yaşlarımda) parayı uzattım, o sırada cep telefonum çaldı. Kardeşim arıyor, o da annemin başında, vardım mı, taksi buldum mu falan diye merak etmiş sanırım. Aslında ne konuştuğumuzu tam anımsamıyorum, söylediğim gibi annem çok hastaydı ve ben de telaşlanmıştım.


     Derken dolmuş Urla merkeze vardı, tam inecekken aklıma geldi, para üstünü almamıştım. Şoföre seslendim, "kaptan 5 liranın üstü vardı" diye. Adam dönüp, "verdiim" dedi. Bunu derken de şüpheyle önümdeki çocuğa baktı. "Bu arkadaşa verdim" dedi şoför. Bu defa ben de bakışlarımı önümde oturan çocuğa çevirdim. Bu arada son duraktaydık ve herkes inmişti. Bir tek biz üçümüz kalmıştık.


     Çocuk bana dönüp, "verdim ya sana para üstünü" dedi. Hepten tepem attı. Bu olay dolmuşlarda sıklıkla yaşanıyor ve 2-3 lira için böyle yüzüme baka baka yalan söyleyince çileden çıktım. "ULAN BANA BAK ŞEREFSİZ, Zaten hasta yetiştireceğim canım burnumda!!!" diye pek kibarca sayılamayacak şekilde bağırıp, yakasından tuttuğum gibi minibüsün camına yapıştırdım hergeleyi. Kaptan da bana yardıma gelmek için çok sinirli bi şekilde arabadan atladı o sırada. 
     Bu arada sürekli cama çarpıp durduğum çocuk "abi valla verdim, verdim ben sana parayı" falan diyor. Sinirle "NERDE VERDİN LAN BANA PARA ÜSTÜNÜ!" diye bağırarak bir elimi buruş buruş ettiğim yakasından çekip, kotumun cebine soktum ki, elime madeni paralar geldi. 


     Birden film şeridi gibi canlandı gözümde. Kardeşim evden beni aradığında çocuk bana parayı vermiş ben de cebime koymuştum... Şimdi de tutmuş "hayır ver benim paramı uyanık mısın lan sen!" falan diye adamı hırpaladığım yetmezmiş gibi, bir de şöför de bana katılmak üzereydi...


     Hani derler ya "yer yarılsa da içine girsem" diye...  Bu olsa gerek işte. Tezcanlı gibi saldırdık çocuğa... Büyük rezillik. Özür dilerim falan dedim ama çocuğun bakışı hiç unutmayacağım... Baya eshefle kınadı beni... Of, yazarken bile utanıyorum...


     

20 Nisan 2010 Salı

Kelden Yakalanmak

     Bayram namazında akrobatik hareketler yaptığım caminin bu kez de iç kısmında, yanılmıyorsam yine dedemle geldiğim teravih namazındayız. Yaşım 9 civarı olmalı. 
     Neyse efendim, söylediğim gibi bu kez dağda bayırda değil, caminin içindeyiz. Namaz başladı, hiç takla atmadan ben de başladım, doğru düzgün gidiyor her şey yolunda. Derken bir ara secdeye varıldı, ardından kalktım ayağa elleri kavuşturdum, namaza devam ediyorum. Fakat ayağımın, topuklarımın altında, sanki böyle kıvıl kıvıl bişeyler hisseder gibi oldum ama namazın ciddiyetini de bozmamak için dönüp bakmadım. Aradan biraz zaman geçti, hareket hala devam ediyor. Bir şiddetleniyor, bir yavaşlıyor ama kesinlikle var bir hareket. 

     Artık dayanamadım bir süre sonra, dedim bir bakayım neymiş bu... Ve o anda hayatımın en tuhaf ve galiba en komik görüntülerinden biriyle karşılaştım...


     Efendim olay şu ki, ben secdeden kalkarken, arkamdaki zavallı amca hala secdedeymiş. Alnını yere dayayınca da kelini örtmek için uzattığı saç dilimi (evet saç dilimi) komple öne doğru uzanmış... Derken ben secdeyi bitirip de ayağa kalkınca topuklarımın altında kalmış adamın saçı. Adam secdeye mahkum... Kafa yerden kalkmıyor. Çekiyor çekiyor kendini zalim topuklarımdan kurtarmak için, ama ben namaz ciddiyetini bozmamak kaygısıyla dönüp bakmadığımdan çaresizce yere kapaklanmış çırpınan bi adam görüntüsü vermekten öteye gidemiyor... Olmuş kıpkırmızı... Bütün cami ayakta, bi tek bu adam "en mümin benim" dercesine secdede sabitlenmiş duruyor...

     Ben az bi parmak ucuna kalkınca "FLOP" diye çekti saçını adam ayağımın altından, bir saniye sonra da caminin en tuhaf saç biçimli adamının aynı zamanda en kırmızı suratlı adamı da olduğunu gördüm... Sanırım bunda benim de payım büyük...

     Bir keresinde bir mümini kelinden yakaladım....

                                         bikeresindeblog@gmail.com

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bayram Namazında Ayak Uyuşması

     Küçüğüm, dedemle birlikte bayram namazına gidilecek. Gayet mutluyum bi gece öncesinden... Erken kalkılacak falan, atraksiyon olacak... Monotonluk bitecek... Bu da bi enerji yaratmış bende, hevesle yattım ki bi an önce sabah olsun. 


     Tahmin edebileceğiniz gibi sabah oldu tabii... Biz de hazırlıklarımızı yaparak Güzelyalı Hakim Efendi Camii'ne doğru yola çıktık. Bilen bilir, Selma Yiğitalp Lisesi'nin hemen karşısında, Müdafaa-i Hukuk İlköğretim Okulu'nun da yanında  bulunur bu cami ve arkasında bir yamaç vardır. Yamaç dediysem, dağ yok tabii ortada ama, zamanında cami bir tepeye inşa edilirken, tepenin cami yapılmayan bölümü aynen kalmış. Yeşillik bi yer. Normalde orada namaz kılınmıyor ama bayramlarda her taraf dolduğu için orada da, hatta caddede bile kılınıyor.
     Bizim de kısmetimize bu yeşillik düştü.


     Tabii baya bir erken gitmiştik. Oturduk dedemle seccadelerimize, imam anlatıyor, biz dinliyoruz, bu arada yeni yeni insanlar geliyor. Derken o yeşillik alan doldu, insanlar cami sokağı denilen 56 sokağa seccade yaymaya başladı...
     Bu arada vaaz da uzadıkça uzadı... Biz böyle ayaklarımız altımıza kıvrık oturduk dinliyoruz ama yokuş bir yerde duruyoruz tabi... Bi boşluğunuza gelse, sağ taraftan yuvarlana yuvarlana caddeye kadar düşmek mümkün, öyle yokuş... Yokuş olması bi yana, zemin de düzgün olmayınca ayaklarım epeyce acımıştı önceleri ama sonradan acı duymaz oldum.


     Acı duymayışımın sebebi hocanın konuşmasının güzelliği ya da ayaklarımın o pozisyonuna alışmam değilmiş meğer. Ayaklarım uyuşmuş.


     Derken namaza başlanacak, herkes ayaklandı, "Tekbiiiir" dendi ki, bununla birlikte eller kulaklara kalkıp namaz başlıyor ama ben bambaşka bir alemdeyim o sırada. Ayaklarım, popomun altında ne şekilde duruyorsa, ayağa kalktığımda da öyle duruyorlar. Ayaklarımın dış taraflarıyla basabiliyorum sadece, kazık gibi olmuşlar ve düzeltemiyorum. O da bişey değil, bastığımı da hissetmiyorum, tamamen hissizleşmişler. Hissetmeyince de ayakta durmak, hele öyle bi yokuşta, kazık gibi olmuş ayak bilekleriyle... İmkansız...


     Millet Tekbiir diye ayaklandı, ben de kalkmaya davrandım ama anında yuvarlanmaya başladım yokuş aşağı... Tuttular beni kaldırdılar, seccademe kadar getirdiler... Getirenler bi bırakıyor, hoop ben gene başlıyorum yuvarlanmaya...


     Ayaklarımın dışına basıyorum ve öldürsen tabanlarımı yere getiremiyorum olmuyor. En sonunda 2-3 kişi kolumu tutarken baktım sağlamca basıyorum, dedim "Tamam bırakın." Bıraktılar. Bu defa da direk gibi yüzüstü yıkılıverdim...


     Millet ilk rekatı bitirdi, benim etrafımda bambaşka bi kumpanya var. Dikiyorlar devriliyorum. Rezillik...
     Hacı kalkmaz olduk resmen...


12 Nisan 2010 Pazartesi

RULOKAT

     Rulokat yeni çıkmıştı. Evet, hepimizin pek bi severek yediği ve bittiğinde üzüldüğü o şey...Küçüktüm, bi kere alıp yedim heralde. Derken, bir pazar günü canım yine Rulokat istedi...
     Koştum babamın yanına dedim "baba para vir, gitçem rulokat alcam." Babam ne alacağımla çok da ilgilenmeden verdi parayı koştum, bakkalımız Mahmut Amca'ya gittim. A, Mahmut Amca kapalı. Pazar tabi, adam tatil yapacak, benim Rulokat ihtiyacımı göz önünde bulundurması beklenemez. Çaresiz yan sokaktaki bakkala gitmek zorunda kaldım.


     O adamı pek tanımıyorum. Bakkal konusunda tutucu biriyimdir. Genelde bir tane bakkalınız olması gerekir bence. Mümkün olduğunca ondan sapmamalı. Ama ben pazar günü olması ve Rulokat tutkumu durduramamam nedeniyle o bakkala gitmiştim işte...
     Girdim bakkala "Bakkal amca rulokat alıcam" dedim. Sizce bi sorun var mı? Bence yoktu. Ama bu soruyla, sorun da başladı. Çünkü bakkal bana bi kaç saniye anlamsızca baktı ve "efendim?" dedi anlamayarak. "Rulokat" dedim tekrar... "O ne ya?" dedi bakkal...


     Benim bildiğim, bakkal her ürünü tanır, hatta bize önerir... Yani o bana "Rulokat alsana" dese, ben "o ne ya?" diyebilirim ama bunu bakkal yapınca küçük beynim dumura uğradı... (Beynimin küçük olması, çocuk olmamdan, yani kendimin de küçük olmasından ileri geliyor, hakaretengiz çağrışımlar olmasın lütfen) 
     "Ya" dedim, "rulokat işte. Böyle rulo, kat kat..."
     "Oğlum" diyo adam da, "gofret mi, çikolata mı nedir o?" diyo... Adam da haklı, bi düşündüm gofret desen değil, çikolata desen değil, bi acaip bişey... Ben salak salak tarif ediyorum, "yani böyle yuvarlak işte, böyle oluyo içinde de ne güzel bişi bu böyle ama..." falan gibi şeyler saçmalıyorum...


     "Bi dakka" diyerek, arkaya dolabın arkasına geçti adam. Orada bi raf dolusu Rulokat olduğunu hayal ederek bekledim... Arkası dönük olduğu için tam göremediğim bişeyler yaptı, bi süre sonra geldi tekrar, elinde kese kağıdına sarılı silindir biçiminde bişey... Dedi "al, şu kadar para"...
     Verdim parayı mal gibi, aldım o koca kese kağıdını, mutsuz mutsuz, sinirden ayaklarımı yere vurarak geldim eve. Kandırılmış gibi hissediyorum. Attım elimdekini masanın üstüne. Annemler sordu "bu ne?" diye... Dedim "Bilmiyom!"


     Açtı annem, yufka çıktı içinden... Rulo şekline sokmuş herif yufkayı, vermiş bana. Al sana kat kat rulo... Babam da diyo ki, "sen bunu mu istiyordun?" "Hayır" diyorum, adam da haklı olarak "e o zaman niye alıyosun?" diyor...


     Hey allahım, harbiden madem bu değil niye alıyorum di mi... Ben de anlamadım...


     Bi keresinde canım Rulokat çekti... 


Kuru Pasta Yoktur Kurabiye Vardır!

     Küçükken bizim bakkalın yanındaki eczane kapandı, yerine bir pastane açıldı... Annem çok güzel pastalar yapıyor olmasına rağmen, hazır tüketimin çekiciliğinden olsa gerek "Anneee!!! İllana o pastalardan alıcam! Para vir banaaaee" diye tutturasım geldi ve tutturdum...
     Annem de ne yapsın yazık verdi bana parayı gittim pastaneye. Hayatımda ilk kez pasta alacağım... Heyecan dorukta... Beri yandan kendi aldığım pastayı lüplemek de bi hayli hoş olacağı için bu beni motive etmekte...
     Neyse, vardım pastaneye girdim içeri, beyaz önlüklü birilerini hatırlıyorum hayal meyal. Ama benim konuştuğum adam bıyıklıydı...  Nefret ediyorum o adamdan. Aradan geçen 26-27 yıl bişey değiştirmedi bende... 




     Efendim sorun şu ki; ben girdim içeri gayet efendice, "kolay gelsin amca, pasta alıcam" dedim. Ruhsuz bakışlı herif "yaş mı guru mu?" dedi...
     Ana! O ne ya? Bildiğin pastayı biliyorum ben, "yaş mı, kuru mu" da ne ola ki? Bi süre durdum, dedim ki "Bilmiyorum." "Git annene sor öğren öyle gel." dedi. Eşşek herif göstersene işte di mi, şundan mı bundan mı diye... Bi daa eve yolluyo beni...


     Eve yollanmak bişey değil, eve neden gittiğim çok çetrefilli ve trajik. Hayatımın en salak sorusunu sormak üzere ve gidiyorum:
     "Anne, ben yaş pasta mı istiyorum, kuru pasta mı?


30 Mart 2010 Salı

D.E.Ü. Öğrenci İşleri





     Ben üniversite sınavına 6 kere girdim. Üstelik o zamanlar iki aşamalı bir sınav sistemi vardı. ÖSS ayrı, ÖYS apayrıydı. Bu da 12 kez sınava girdim anlamına geliyor.
     Öyle bir tutku ki bu, üniversiteyi kazandıktan sonra bile girmeye devam ettim. Vazgeçilmez bir sevgi bağıydı benimki...

     Her neyse, Dokuz Eylül'de okurken, yine üniversite sınavı dönemi geldi, başvuru yapacağım, lise diploması lazım ve fakat söz konusu diploma Dokuz Eylül Üniversitesi'nde... Öğrenci işlerinin hiiiç açılmayan dolaplarının birinde yatmakta.
     Gittim kapısında "Öğrenci Giremez" yazan (evet, gerçekten de öyle yazyordu) öğrenci işleri bürosuna, dedim "sınava gireceğim, diplomamın aslı gibidir fotokopisi lazım." Tabii bunu dediğim vatandaş, önündeki gazeteden gözlerini ayırıp da size doğru yöneltme çabasında ancak 2 dakika sonra falan başarılı olabiliyor. Sonra kendinden beklenmeye bir performansla ağır ağır da olsa konuştu. Ne dediği tam anlaşılamasa da "döner sermaye" sözcüklerini seçebildim.

     Üst kattaki döner sermayeye gidip kendi diplomamı almak için para yatırdım. Oradan verilen fişin arkasına adımı, sınıfımı ve hangi belgeyi istediğimi yazdırdılar. İyi onu da yazdık, verdik fişi...
     "Yarın gel, al" dedi öğrenci işlerindeki memur.

     Yarın geldim, baktım öğrenci işlerinin önündeki koridorda bir masa, masanın üstünde fotokopi diplomalar var bir sürü. İyice baktım ama benimki yok. Girdim "girilmez" öğrenci işlerine, dedim ki "benim diploma olacaktı."
     Gazetede spor haberlerini okuyan adam hiç oralı değil. Bir daha... Yok... Çıt yok, bakmıyor. En son bu bilim yuvasında masaya yumruk atarak harekete geçirebildikten sonra, derdimi anlattım. Israrla "masadadır... masadadır" diyor.
     En sonunda masada olmadığına da ikna oldu, "o zaman" dedi "yeniden fotokopi çekicez." Sanki daha önce çekmiş gibi... Ne yapalım çaresiz dedim "çek, bekliyorum."
     "Olmaz" dedi! "Önce döner sermayeye para yatırman lazım"
     "Dün yatırdık ya" dedim. "Ben nereden bileyim dün yatırdığını?" diyor. Bi de kaş havada falan, çok haklıyım havalarında...
     Dedim, "yahu yatırdım, fişin arkasına adımızı soyadımızı silsilemizi yazdırdın... O fişte var işte her şey, çıkar fişi bakalım"
     Ve asrın yanıtıyla karşılaştım, "Ben o fişleri çöpe attım ki"

     Herife bak. Para yatırıyorsun, fişin arkasına bin türlü bilgi yazdırıp sonra çöpe atıp, gelip belgeni istediğinde de aynı işlemi bir daha yaptırıyorlar...  
     Böyle böyle mezun olduk oradan da...


24 Mart 2010 Çarşamba

Otobüs ve Orta Kapı Sorunu

     Otobüslerde yolcu inmek istese dahi, kapının açılmaması vakası sıklıkla karşılaşılan bir durum.
     Bir keresinde, otobüs bir durakta durdu. Fakat adamın biri orta kapıdan inecek olmasına rağmen, orta kapı açılmadı. Haliyle seslendi şoföre; "Kaptan Orta Kapıyı Açar mısın?.."
     Şoför orta kapıyı açtı ama kapı öyle bir hızla açıldı ki, yolcunun ayağı kapının yanındaki direkle, kapı arasına sıkışıp kaldı. İnemiyor tabii, hatta belki canı da yanıyor.
     Bir daha seslendi şoföre; "Kaptan Orta Kapıyı Kapar mısın?.."
     Bu cümleyi pek sık duymayan şoför, olayı da göremediği için bir "ya sabır" çekip, kapıyı kapadı.
     Ve fakat adam otobüsten inemedi ki, çaresiz bir daha seslendi;
     "Kaptan Orta Kapıyı Açar mısın?"



     Şoför o zaman çığırından çıktı tabii. Şoför mahallinde ayağa kalkıp, "Dalga mı geçiyosun birader!" diye hönkürünce, adamcağız açıklamaya çalışıyor ama açıklanası bir olay da değil, "kapı" diyor, "direk" diyor, "ayak" diyor, giderek bik bik etmeye başladı iyice :)
     
     Bir keresinde bir adam Kaptan Orta Kapıyı Kapar mısın? diye seslendi.
     Valla ben değildim.


18 Mart 2010 Perşembe

Hava Saldırısı

          Askerde, sinema çavuşuydum. Film gösterimleri yanında konser, tiyatro vb. etkinlikler de sinema sahnesinde düzenleniyordu. Ayrıca üniversite amfisi olarak da kullanılıyordu.


           10 Kasım töreninde oynanacak, Kurtuluş Savaşı'nı konu alacak bir tiyatro oynanacaktı. Harbiyeli öğrenciler ve profesyonel bazı tiyatro oyuncuları hemen her gün sahnede prova yapıyorlar. 


          Ben de ışık, ses, duman efektleri konusunda görev olacağım oyunda. Benden bomba sesi bulmamı rica ettiler. "Hay hay" dedim. (Çok güzel hay hay derim)
         Bir sabah kalktım, koğuştan çıkıp, manav dükkanı açar gibi sinemayı açtım gene. Kontrol odasına gidip açtım bilgisayarı, altavista.com'a girip, ses arama sayfasına "bomb" yazıp arattım. Çıkan bir sürü ses dosyasını da indirdim. 20-30 tane kısa kısa ses dosyaları. Bir boş anımda dinleyip, işimize yarar olanları, tiyatro oyununda kullanmak üzere saklayacağım.


          Öğlen vakti, salonda bir sunum vardı. O zaman bilgisayarın küçük pc hoparlörlerini devreden çıkarıp, sinema salonunun dev Dolby Surround özellikli ses sistemini devreye sokuyoruz. İnanılmaz bir ses düzeni var salonda. Benden büyük bir dünya hoparlör var. Neyse, sunum için sinemanın ses düzenini açtım, müzikli sunum yapıldı. Bitti. Salon boşaldı.
         Sonra da harbiyeliler geldiler. 500 kişi kadar. Bir subay da sahnede, kürsüde ders anlatıyor. Yani benim hiç işim yok. Ders veren subayın mikrofonunu açıp, sahneye ışık verdikten sonra, ders sonuna kadar boşum.


          Bu arada görev bilinciyle, dedim ki "boş boş oturmayayım, şu indirdiğim bomba seslerini bir dinleyeyim de güzel olanları ayırayım".
          Söz konusu ses dosyalarının bulunduğu klasörü sağ tıklayıp "Winamp İle Yürüt" komutuna tıkladım. Yani tüm dosyaları winamp'e attım. Arka arkaya hepsi çalacak. Tam bunu yaptığım sırada gözüm, monitörümün iki yanında duran minik PC hoparlörlerine kaydı. Hoparlör açık mı diye bakacaktım ama bakamadım.
          Çünkü birden kıyamet kopmaya başladı. Her yerden devasa patlamalar... Kontrol odasının camları titriyor patlamalardan. Daha doğrusu patlama seslerinden. Aşağıda 1. sınıf öğrencileri panik halinde ne yapacaklarını bilemiyorlar, sahnedeki Binbaşı silahını çekmiş... "Hava Saldırısı" sesleri...


          Öğlen yapılan sunumdan sonra sinema ses sistemini devreden çıkarmadığım için, Winamp'e attığım tüm bomba sesleri, koskoca sinema salonunun devasa hoparlörlerinden öyle bir gümlüyordu ki; ben yaktığım askerliğime bile üzülemeyecek kadar paniğe kapılmış halde felç olmuş, bir türlü winampi kapatamıyordum...


          Sonra bir güç geldi. Winamp'i kapattım. Sahnedeki komutanla göz göze geldik. Sinema erlerinden kardeşim Erkan yanıma geldi. "Çavuşum, ben bi koşu gidip sana yeni bi şafak defteri alayım" diye...


          Bir keresinde hava saldırısı paniği yaşattım. 


Uçamayan Kefaller ve Olta Sever Yaban Arıları

           Urla İçmeler'de bir kampa gitmiştik. Etrafta gezinirken gördük ki, denizden bir kanal kıyıya doğru 200-300 metre ilerleyip içerilerde boş bir arazinin ortasında bir gölet oluşturmuş. İçinde küçük su yılanları, su kaplumbağaları, karidesler var. Ve kocaman kefallerden oluşan sürüler.  
           Yaman bir avcı olan ben elbette bu kefalleri avlamadan duramazdım. At olta - çek olta derken baktım müspet sonuç yok. Zaten "çıt" çıkarsan kaçıyor sürü. Ne yapmalı ne yapmalı derken bir kıbrıs oltanın işe yarayacağını düşündüm. Fakat orası da mahrumiyet yeri gibi. Mecburen bindim hırsıma, İzmir'e kadar gidip kıbrıs olta aldım geri döndüm...
          
           Son derece kararlıyım... O balıklar tutulacak arkadaş!



           İzmir'den "donanımlı" olarak döndüğümde hava kararmak üzereydi. Yine de bugünün işini yarına bırakmamaya kararlı olan ben, aldığım kıbrısı, sırıklı oltamın ucuna takıp göletin yolunu tuttum.
           Fakat hava iyice karardı. Bu tuhaf yerde karanlıkta bekleme şansım yok. Dedim ki kendi kendime, "ben bu oltayı buraya atıp bırakayım. Sabah, şafakla bir gelir salkım salkım kefallerimi toplarım."


           Karanlıkta çevreyi göremesem de uygun olduğunu düşündüğüm bir yere savurdum oltayı, tam o anda da içime bir kurt düştü. Ya biri oltayı bulur da çalarsa. Oltam kıymetliydi... Ne yapsam ne yapsam derken, üstünü çalı çırpıyla örtmeye karar verdim.
           Etraftan bi sürü ot, dal, çöp topladım, yere bıraktığım oltamın üstüne yığdım. Sonra da hızla kaldığım yere doğru yol aldım.


           Sabah, güneş doğarken kalkıp hemen giyindim ve fırladım. Kefallerim beni bekliyor olmalıydılar. Neyse, söz konusu araziye girip, gölete doğru yol almaya başladım ki; iki tane yaban arısı dikildi burnumun dibine. Öyle havada sabit duruyorlar, çekilmiyorlar da.
           "Alla allaa" diye sinirle yanlarından geçip oltamı kaplayan çalı çırpıya doğru gideyim dedim, hemen bir manevrayla tekrar önüme geçtiler, bu kez daha da yakında duruyorlar...
           Derken 2-3 tane daha geldi. Önümde set oluşturuyor eşşekler... Aşıp geçemiyorum da, hemen önüme geçiyorlar. Giderek daha tehditkar olmaya başladılar. Hayır, balık avlayacağım, durup dururken sokulmak istemiyorum.


           Tam o sırada bir de baktım ki; benim dün gece alel acele yolup yolup oltamı gizlemek için kullandığım çalı çırpının arasında bir arı kovanı... Etrafı arı dolu ve beni oraya sokmayarak, oltamı sahiplenmeye kararlılar.


           Gece beni sarmalarından nasıl kurtuldum bilemiyorum; ama sonuç olarak şu anda oltamı vermiyorlar bana. Ama oltamı almak zorundayım. Üstelik ucunda kim bilir kaç kefal beni beklemekte...
          Hemen odama koştum. Pantolonumu, kapşonlu svet şörtümü (evet şörtüm var benim) giydim. Kapşonu takıp iplerini iyice sıktım. Bu komik kılıkta insanların içinden geçmek istemediğim için bu kapşon sıkma, pantolon bileklerini çorap içine sokma ve ellerini, eşofmanın kollarına saklama işlemlerini, olay yerine yaklaşınca yaptım tabi.


          Sonra bir cesaret, "FREEDOOOOOMM!" diye haykırarak, daldım arıların arasına. Can havliyle, bir biçer döver gibi oltamın üzerindeki çalıları sağa sola saçmaya başladım. Arılar da kenara uçan yuvalarının peşinden gitti herhalde. Zaten komik zırhım yüzünden sokabilecekleri çok az yerim vardı.


          Kısa sürede kan ter içinde, oltama ulaştım. Etrafın "arısızlaştırılmış" olduğuna emin olur olmaz, hemen oltamı kaptım sarmaya başladım.
          Ve korkunç gerçekle o an yüzleştim. Oltam suya hiç değmemişti... Öyle suyun içinden uzanan sazların üstüne takılmış havada sallanan bir ekmek içinde çok iğneli kıbrıs olta... Eğer ki bir kefal bana acıyıp, su seviyesinden bir metre kadar yukarı zıplamayı da başarır, açık havada gece ayazıyla kupkuru olmuş ekmek topağını da açmayı başarırsa, iğneye kendini denk getirebilirdi aslında ama... Olmamış...
          Eh balık avcılığı biraz kısmet işi... 


          Bir keresinde uçan kefal avlamak için arılarla savaştım...


           bikeresindeblog@gmail.com

GAÇIIIN GAÇIIN! Havayi Fişekler batlıyo!

          Yanılmıyorsam 30 Ağustos'tu. Kardeşimin üniversiteden arkadaşları gelmişti İzmir'e. Gezerkene Alsancak'a gittik. Zafer Bayramı nedeniyle Cumhuriyet Meydanı'nda da kutlamalar, etkinlikler vardı. Dedik "ne güzel kalalım burada seyreyleyelim."
          Derken Emre'nin arkadaşlarından biri bir midyeci gördü. Tutturdu "illana midye alalım. Midye yiycem ben." Gittik midyecinin tezganının başına hemen deniz kıyısında, kalabalığın kenarında bir yerdeyiz. Neyse, aldık midyeleri, parasını verdim ama bozuk yok. Çocuk da para üstünü veremedi. Dedi "abi ben şunu bozdurup geleyim.
          "Hayır, bozdurma" denmez tabii. Dedik "bozdur". Bıraktı tezgahı gitti. Grup da ufaktan başladı midye ayıklama işine. Ben zaten midye sevmem, paramın üstünü bekleme faslına geçtim.
           Birden bir bağırışlar oldu. Orada, çalışanlardan biri gibi görünen bi adam, "GAÇIIIN GAÇIIN! Havayi Fişekler batlıyo!" diye bağırıp herkesi kovalıyo. Hemen yanı başımızda.
           Herkes kaçtı. Biz ikimiz kaldık. Ben ve midye tezgahı. Derken "FİYUUUUU!" diye bir cıyırtı ile ilk fişek fırladı. O, uzaktan mutlu mutlu izlenen havai fişekler, yakında baya savaş ortamı yaratırmış meğer. Anam, daha ilki kalkmadan arka arkaya nasıl fırlıyorlar. Ortalık ateş hattı gibi. Hayır kaçıcam ama beklediğim para da az bi para değil. Öyle "iyi ya kalsın" denilecek bi durum yok.
           Şu noktada hatırlatmak isterim ki; bizim havai fişek gösterilerinde o fişeklerin yarısı daha yükselemeden sönüp gider, çoğu bozuktur bilirsiniz. Hah! İşte bunda da böyleymiş. Arada bi yükselmeye başlar başlamaz sönüp kaybolur ya o havai fişekler, işte aslında kaybolmuyormuş :) Baya öyle yana yana yere düşüyor.


          Tabi fişeğin "yere mi düşücem, nereye düşücem" diye bi kaygısı yok. Yer çekimiyle el ele salıyor kendini. "Altımda kaldırım mı var, deniz mi var, Ozan mı var" diyen yok. O havai fişekleri uçurmakla yükümlü, tuhaf meslek sahibi adam "GAÇ! GAÇ!" gibi bişeyler diyordu ama ben gürültü ve ışık nedeniyle düştüğüm yarı salaklıktan kurtulabilmiş değildim.


           Derken kafamda bişey oldu. arızalı bir havai fişek, yarı yolda şenlenmekten vazgeçerek hiç rızalı olmayan bendenizin kafasına koyverdi kendini...
             Bir keresinde kafama havai fişek düştü... 


Bir keresinde biraz vuruldum

          Serin denilebilecek bir öğleden sonra, Urla'da, tarlalar arasında bulunan evin bahçesine çıkıp, badem ağaçlarının gölgesinde kahvemi içmek, etrafta koşuşturan (ve daha sonra bana saldıracak olan) köpeğimi izlemek, doğanın tadını çıkarmak üzere bir sandalye çekip oturdum.
          Derken az sonra bir silah sesi duyuldu. Bir an anlam veremesem de az sonra anladım, bu ıssız yerde tüfekle kuş avlamak gayet mümkündü. Bahçeyi çevreleyen asma nedeniyle dışarıyı göremesem de "yakınlarda birileri kuş avlıyor herhalde" diye düşündüm...
          Kısa bir süre sonra bir daha silah patladı. Bu kez daha yakından... Ya sabır diyerek koca bir yudum daha aldım kahveden. Ne sessizliğin güzelliği kaldı ne de otların arasındaki böcek sesleri. Daha yakınmaya fırsat bulamadım ki; bir kez daha "GÜMM"..
          Fakat bu kez daha da yakından geldi ses ve silahın patlamasından 3-5 saniye sonra etrafta, kurumuş otların içinde "pıtır pıtır" bişeyler oldu.
          "A--aa, bu ne ola ki?" diyemeden "GÜMM" diye bir kez daha patladı tüfek bu kez de "pıtır" sesler gelecek mi derken, kısa zamanda cevabı aldım. Pıtırlar gelmeye başladı, ama aynı anda kafama ve omzuma da pıtır sesi yapan şeyler düşmeye başladı.

          Az önce patlayan tüfeğin saçmalarıydı tabii bunlar. Bi şekilde, dolaylı da olsa vurulmuş sayılırdım artık. Saçmalar bana isabet etmişti. İvmesini kaybetmeden önce ya da sonra... Bu konuda polemiğe girmek istemiyorum.
          Bir "gazi" vakarıyla kalktım ve eve girdim... Dedim "ben vuruldum"...


          Bir keresinde biraz vuruldum...